Kuruluşundan yedi yıl sonra ilk kez, Yeditepe
Üniversitesi’ne yolum düştü. Selçuklu sanatını esas alan
mimarisinden büyülenenler kervanına geç de olsa katılmış
oldum. Kurucusu ve mütevelli heyetinin başkanı Bedrettin
Dalan’la üniversitenin felsefesi üzerine başladığımız
konuşma, başka alanlara da kaydı.
Dalan,
Kürtçenin 600 kelimeden ibaret olduğunu iddia ediyor ve
başta Yaşar Kemal olmak üzere aksini savunanlara “hodri
meydan” diyor: “30 bin kelimelik bir Kürtçe roman yazın,
bastırması benden.” Bakalım onun bu meydan okuyuşuna
kimler yanıt verecek?
Neden
Selçuklu mimarisini esas aldınız?
Türkiye Batılılaşmaya
karar verdiğinde, Batı’nın sanatını da aldı. Oysa ta
Orta Asya’dan bu yana bizim korkunç güzel bir sanatımız,
derin bir kültürümüz var. Biz bunu yozlaştırdık. Sanayi–i
Nefise’ye gelen hocaların tümü yabancıydı. Bunların
öğrettikleri sanatın Türk çocuklarında genetik olarak
altyapısı yok. Tamamen taklide dayalı bir sanat anlayışı
yüzünden özgün yapılar çıkmadı. Şehirlerimiz ne Avrupalı
ne de Anadolulu gibi oldu. Büyük bir estetik kirlenme
ortaya çıktı. Bu yozlaşma halen müzikte de devam ediyor.
Ben kendi ulusal kültürümüze dayanılarak bu yozlaşmadan
kurtulup evrensele geçebileceğimizi göstermek istedim.
Bin yıl evvel kurduğumuz Ali Kuşçu, Uluğ Bey, İbni Sina,
Farabi’nin yetiştiği bilim yuvalarının mimari üslubunu
alarak, 21’inci yüzyıla taşıdım. Kendi örfümüz, âdetimiz,
sanatımızı çağdaşlıkla yoğurdum. Şimdi mutfak
sanatlarını canlandıracağız. Ekimde, 4 yıllık lisans
düzeyinde yeni bir ‘Mutfak Sanatları Bölümü’ açacağız.
Türk yemeklerini aslına uygun kalmak şartıyla evrensele
taşıyacağız.
Üniversiteyi
kazanamayanların çok düşük puanlarla buraya girdikleri
doğru mu?
Değil. Örneğin bizim
Diş Hekimliği Fakültesi’nde burslu sınavla giren
öğrencinin puanı, Türkiye’de diş hekimliğinin tümüne
girenlerin en yükseği. Mühendislik fakültemizde de aynı
durumda.
Yıllık 5 bin
dolar alıyorsunuz. 11 bin 500 öğrenciniz var. Bunların
kaçı burslu?
Yüzde 10’u bir kere
otomatik olarak burslu alıyoruz. Asgari yüzde 15
civarında da ilave vakıf burslumuz var. Yeditepe
Üniversitesi’nde en fakirin çocuğu da var, en zenginin
çocuğu da. Vakıf üniversiteleri arasında en kalabalık
biziz. 1.200 öğretim üyemiz var. İlk beş altı sene vakıf
finanse etti; ama bugün kendi kendini döndürecek bir
hale geldi burası. Diş Hekimliği Fakültemiz, dünyanın en
iyisi. İki yıl üst üste, dünyanın en kayda değer
araştırmacıları bizim Diş Hekimliği Fakültesi’nden
seçildi. 9002 kalite belgesini, üç branşta birden, (eğitim
standartlarında, araştırmada ve hijyende), dünyada alan
tek fakülte. Alman ve Amerikan profesörler, bizde
çalışmak için araya torpil sokuyorlar. Az şey değil, on
fakülteden biri dünya markası oldu. Mühendislik
fakültemiz de Amerika’nın ilk yirmisine girer.
Önümüzdeki yıldan itibaren de New York Üniversitesi
Ortadoğu’da, bizimle beraber doktora programı açmayı
teklif etti. Rochester Teknoloji Enstitüsü bizimle
işbirliği yapma kararı verdi. 30 Amerikan üniversitesi
ile anlaşma yaptık. Önümüzdeki yıldan itibaren 150
Amerikalı öğrenci Yeditepe’nin değişik fakültelerinde
okuyacaklar.
Bu üniversite
kurulma aşamasında birçok eleştiri aldı. Buranın
altyapısını belediye başkanlığınız döneminde
ayarladığınız, arsaları ucuza kapattığınız, orman
arazisini talan ettiğiniz iddia edilmişti.
Bunların hepsi yalan.
Kayışdağı Bulvarı’nı ben açmıştım rahmetli Turgut Özal
ile beraber. Ve bulunduğumuz yeri de planda mesire yeri
olarak ayırmıştım. Sonradan üniversite açmaya karar
verdik, yer arıyoruz. Meğer burası bir şahıs arazisiymiş;
ama devlet gasp etmiş. Sahipleri mahkemeye vermişler ve
devletin elinden almışlar. Bana satmak istediler. 98
yılında 10 milyon marka aldım. Üniversite adına tescil
ettim. Planda da burası tarla. Kasıtlı tahrif edilmiş
konulardır bunlar. Aylarca yazıldı. İki tane mülkiye
müfettişi geldi, kontrollerini yaptılar. Ve belediyeye
ağır bir yazı yazdılar, “Niye buranın ruhsatını
vermediniz?” diye.
Son seçimin
ardından tasfiye olan liderler ile ilgili ne
düşünüyorsunuz?
Ecevit hariç, tarihte
yerleri bile yoktur. Kafamda hiç iz bırakmadılar.
Defterleri dürüldü. Hiçbiriyle görüşmüyorum. Müşterek
hiçbir tarafımız yok. Benim için yoklukla maluller.
Geçenlerde
Kürtçenin 600 kelime olduğuna dair bir beyanınız oldu.
Onun üzerine Kemal Burkay ile konuştum. Sizinle aynı
fikirde değildi. Nereden çıkartıyorsunuz 600 kelimeyi?
O kadar bile yok.
Benim annem babam Kürt’tür. Beni dövecekleri zaman,
aralarında Kürtçe konuşurlardı; ama araya iki tane
Türkçe kelime sokmak zorunda kalırlardı. Çünkü o
kelimeler Kürtçede yok. Kürtçeyi zengin bir dil olarak
iddia edenler ki, 100 bin kelime var diyorlar, 50 bin
kelime ile bir kitap yazsınlar, bastırması ve dağıtması
bana ait. Hodri meydan.
Abdülmelik Fırat da
kızmıştı size.
Benim akrabamdır.
Bildikleri Farsçayı Kürtçe diye lanse ediyorlar. Böyle
bir dil yok.
Ama Avrupa’da
enstitüleri var, binlerce kelimelik sözlükleri var.
Hayır efendim, boş laf
onlar. Geçenlerde aynı şeyi Yaşar Kemal de bana söyledi.
600 kelime iddiama gayet kızmış. Dedi ki, “Benim sahama
girdin”. Ben de dedim “Sen benim sahama giriyorsun”.
Çünkü, onun annesi Kürt, babası Türk’tür. Benim annem
de, babam da Kürt’tür.
Anne baba kanıtı
yeter mi? O daha çok araştırmıştır.
Doğru, o Kürtçeyi daha
çok araştırmıştır. Ama ben İran’da da araştırdım bunu.
Yaşar Kemal bana “100 bin kelime var Kürtçe’de” deyince,
herkesin içinde ona dedim ki, “Yaşar 100 bin kelimeden
vazgeçtim, 50 bin kelimeden de vazgeçtim, 30 bin
kelimelik bir Kürtçe roman yaz. Bastırması da, dağıtımı
da bana ait. Eğer 30 kişi senin romanını okuyup anlarsa,
senden herkesin içinde özür dileyeceğim.”
Ne dedi?
E tabii durdu ben
böyle söyleyince. Kürtçe, Farsçanın diyalektiğidir.
Paris Kürt Enstitüsü’nün başkanı Nazal Kendal, yazdığı
Kürtçe sözlüğü bana da gönderdi on sene evvel. “Sevgili
Kürt kardeşim” diye yazmış, tabii güldüm.
Neden
gülüyorsunuz, Kürt mü değilsiniz, kardeş mi?
Kürtçülük yapan hiçbir
insanla kardeş değilim. Ben Türk’üm, aşiretimle de
iftihar ediyorum. Nazal Kendal “On beş sene uğraştım, bu
lügatı yazdım, tetkiklerinize sunuyorum.” diyor. O zaman
yanımda bir dil bilimcisi vardı. Dedim “Bunu öğelerine
ayır. Yüzde kaçı Farsça, yüzde kaçı Türkçe, yüzde kaçı
bilinmeyen lisan?” Yüzde 65’i Farsça çıktı.
Türkçeyi de
öğelerine ayırsak, benzer bir manzara ile karşılaşacağız
belki.
Türkçe, başka dillerin
istilasına uğramıştır; ama öğelerine ayırsak da geriye
çok şey kalır. Türk dili yapısı itibarıyla özgündür.
Ural–Altay dil grubu içindeki ana dil grubudur.
Fevkalade sofistike, matematiksel ve müzikal bir dildir.
Nazım Hikmet, Türk dilinde şiirler yazdı; büyük Nazım
Hikmet oldu. Rusça da yazdı; ama kimse o şiirleri
okumuyor. Bir şairi büyük yapan şey, kullandığı dildir.
Aynı şey, Yaşar Kemal için de geçerli. Yaşar Kemal’e o
gün söylediğim şey şuydu: “Unutma ki sen Türk dilinin
yazarısın. Türkçe seni yazar yaptı.” Kürtçenin 600
kelime olduğunu “kanıtlayan” dil bilimcinin adı ne?
Hatırlamıyorum şimdi.
O zaman bizim Demokrat Merkez Parti’deydi. Farsça
biliyordu. Sonra MHP’ye geçmiş o bayan, kurucu üye olmuş.
MHP’ye geçmiş, öyle
mi? “Bozacının şahidi şıracı” gibi olmuş yani.
Hayır. O zaman bizim
partideydi; ama on sene sonra geçti. Halep ordaysa arşın
burada. Nazal Kendal’ın bastırdığı lügatı alın,
inceleyin. Kürtçe–Türkçe–İngilizce–Farsça–Almanca, böyle
üç beş lisana döndürülmüş lügatın kalınlığı serçe
parmağımdan ince. Bundan dil mi çıkar?
Sizin
Kürtçeniz nasıldır?
Ben Aydın’da büyüdüğüm
için üç beş kelimenin dışında Kürtçe bilmem. 1980’de
Mustafa Süzer ile Tahran’a gittik. Çarşıda, başladı
konuşmaya. Şaşırdım, “Mustafa nereden Farsça biliyorsun?”
dedim. “Ben Kürtçe konuşuyorum.” deyince, “Lan burada da
Kürt’ü buldun!” dedim. “Yok o Farsça konuşuyor.” dedi.
Mustafa Kürtçe konuşuyor, karşısındaki Farsça konuşuyor
ve ikisi tıkır tıkır anlaşıyorlar. Buna tamamen başka
bir dil demek mümkün mü? Zaten orada kafama soru işareti
takıldı. 90’da Nazal Kendal gönderdiği zaman bana o
sözlüğü, “Bunun Farsçasını ayırın.” dedim ve ortaya
çıktı ki, Kürtçe diye bir dil yok.
Bunu
yapmanızın psikolojik sebebi ne?
Psikolojik sebebi yok.
Türkiye’de “Kürtçe Kürtçe” diye dayatanlara bir şey
göstermek istedim.
Ama bunu Kürt
kökenli olarak siz yapıyorsanız, acaba “bakın ben onlar
gibi değilim” mi demek istediniz?
Ondan hiç kimsenin
şüphesi yok. Ben bir vatanseverim. Milliyetin ne
olduğunu bilirim. Bir milletin içinde değişik alt
gruplar vardır. Sosyolojik gelişme içinde millet, tek
bir aşiretten oluşmaz. Kürtler tarih boyunca ne devlet
kurmuşlar ne de kendi özel dilleri olmuş. Dolayısıyla
bir millet aşamasına gelmeleri mümkün değil.
Kürt’sünüz;
ama kendinizi Türkmen olarak nitelendiriyorsunuz, değil
mi?
O da doğru. Kürt’ün de
altına girdiğim zaman Türkmen çıkıyorum. Bizim aşiretin
kontrolünü yaptık, Türkmenistan’da köylerimiz çıktı.
Türk olmuşum, Kürt olmuşum ne fark eder ki. Kendimi ne
hissediyorsam oyum. Ben Türk’üm. Annem babam Kürt’tü.
Onlarla da gurur duyarım. Ayrı bir dil, ayrı bir şey
millet oluşturmaya kalkanlar bölücüdür. Onun için Yaşar
Kemal’e teklif ettiğimin aynısını Kemal Burkay’a da
teklif ediyorum, akrabam Melik Fırat’a da teklif
ediyorum. Hadi yazsınlar bakalım 50 bin kelimelik bir
roman.
Aşiretiniz
Şıhbızın’ın insanlarını nasıl tanımlarsınız?
Çok cesur ve aşırı
kavgacı adamlardır.
Sizde de var
mı o kavgacılık?
Var ki İstanbul’u
yaktık yıktık.
Siz bunu bir
övünç kaynağı olarak söylüyorsunuz; ama tam tersi de
algılanabilir. Hani bir dönem, “Dalan eşittir talan”
tarzında eleştiriler vardı ya.
Onu söyleyenlerin
şerefsiz oldukları çıktı, kendileri yargılandılar. Yakıp
yıkmak, bilinçsiz bir yakıp yıkma değil. Hepsi
bilinçlidir. Eğer Bedrettin Dalan beş yıl İstanbul
belediye başkanı olmasaydı, bugün İstanbullular
kilitlenmişti. İçecek su da bulamazlardı. Yürüyecek yol
da bulamazlardı.
Başka bir damara
geçelim. Teyp açılmadan önce “sufiliğe karşıyım” dediniz.
Niye karşısınız ki?
Kur’an–ı Kerim’deki
ifadesiyle bir “yaratan”, bir de “yaratılmış” var. Ben
Kur’an–ı Kerim’in temeline sadığım. Sufiler diyorlar ki,
“Hepimiz bir bütünüz, bu bütün Tanrı’yı oluşturur. Bu
bütün geliştikçe, Tanrı da gelişir.”
Yunus da bir
sufiydi. “Yaratılmışı severim, Yaratan’dan ötürü” diyor.
Bir kavram kargaşası mı var sizde acaba?
Hayır. Yunus’u çok
severim, şiirlerini de ezbere bilirim. Her şey tektir,
tekten gelmiştir. Ama bu teklik içinde “Sistemin tümü
birden Tanrı’yı oluşturur.” diyenler var. Ben de diyorum
ki, sistemin tümü birden Tanrı’nın yansımasıdır,
Tanrı’yı oluşturmaz. Tanrı sistemin dışındadır. Ben ne
kadar uğraşırsam uğraşayım; ancak Tanrı’ya yakınlaşırım,
Tanrı olamam.
Buna itirazım
yok. Yalnız burada ince bir ayrım var. Büyük sufiler,
Mevlâna, Hallac–ı Mansur tabii ki yaratıldıklarını
biliyorlardı.
Tamam ama son
zamanlarda öyle bir mistik felsefe geliştiriliyor ki
Türkiye’de, “biz hep beraber böcekler, kuşlar, bitkiler,
insanlar, hep beraber Tanrı’nın kendisini oluşturuyoruz”
deniyor. Her türlü düşünceye açığım ben. “Enel hak”
diyen Hallac–ı Mansur bugün benim yanımda yaşasaydı
herhalde derisini yüzmezdim. Ama ben farklı düşünüyorum
bu konuda.
Yani benim demek
istediğim İslam mutasavvıfları böyle söylemez. Hint
sufizmiyle karıştırmış olmayasınız siz bunu?
Sufizm, Doğu
felsefesinin İslam felsefesine çok ağır bir şekilde
girmiş versiyonudur. Oysaki Tanrı ekmeldir,
tamamlanmıştır. Onun bir eksiği yoktur. Tanrı gelişmez.
Mükemmeldir. Vahdet–i Vücud’un temel kuralı ile ben
barışık değilim. Allah beni yaratırken kendinden bana
nur vermiş, bunu kabul ediyorum. Ama ben onun toplamı
değilim. O çok daha yukarıda.
Bu düşüncenizi,
üniversitede öğrencilerinize de verebiliyor musunuz?
Bir teoloji fakültemiz
yok. Ama yakında İslam felsefesi bölümü açacağız. O
zaman, İslam felsefesini çok iyi kavramış bilim adamları
burada yetişecek. Onlar bu görüşü daha iyi yayarlar.
Benim haddime düşmemiş.
Nasıl ki
mimaride köklerimiz Selçukluyu gösterdiniz. Bu dünyanın
neden var olduğuna dair, sizin bulduğunuz temel cevabın
ruhunu bütün öğrencilere verecek misiniz anlamında
sormuştum.
Allah Adem’i
yarattığında eşyanın ismini öğretti ve bizi yeryüzünde
halife yaptı. Eşyanın ismi fizik, kimya, biyoloji,
hepsini öğrenmemizi emretti. Allah’a yakın olmak
istiyorsanız, sadece namaz kılmak yetmez. En büyük inanç,
bilim yolunda bilinmeyenleri bilinir hale getirmektir.
Burada zil
yerine, Onuncu Yıl Marşı’nı çalarak, bir mesaj
veriyorsunuz çocuklara. Seçtiğiniz mimari yapı ile de
tercihinizi sunuyorsunuz. Dini anlamda ayaklarınızı
bastığınız yeri de çocuklara aktaracaksınız demek.
Şu anda teknik olarak
yapacağım çok işler var. İşte hastane var önümüzde.
Ondan sonra inşallah bunları konferanslar halinde
öğrencilere aktarırım. Kur’an–ı Kerim doğru düzgün
anlaşılmadığı müddetçe ne İslam bir yere gider, ne
Türkiye. İslam’ı bütün okullarda namaz kılma, oruç tutma
veya sure ezberleme tarzında değil, özünü, anlamını
vererek öğretmezsek hiçbir yere varamayız.
05.05.2003 Zaman |