|
Türkiye-Çin arasındaki ikili münasebetlerin başlangıcı
1980 yılının başlarına dayanıyor. Türkiye, 1970’li
yıllarda geçirdiği olumsuz dönemleri hesaba katmaz isek
Cumhuriyetin ilanından itibaren gerek siyasi, gerek,
ekonomik ve gerekse de insan hakları bağlamında
bölgesindeki birçok ülkelere örnek olabilecek ve birçok
devletlerinde bazen kıskandığı, bazen de gıpta ettiği
ülkelerden biridir.
Çin ise, 1949 yılından Mao’nun ölümüne kadar geçen süre
içerisinde birçok araştırmacının mutabık kaldığı şekilde
milyonlarca insanı, dünya kamuoyunun tepki
gösterebileceğini bile hiçe sayarak ölüme gönderen
komünist bir devlettir. Bu gün bile işgali altında
bulunan Tibet, İç Moğolistan ve Doğu Türkistan’da gizli
ve aleni soykırımlar yapan, kültürel ve dini alanda
şiddetli baskılar uygulayan, iktisadi yönden ise,
devleti zenginleştirme adı altında Çin Komünist
Partisinin önde gelenlerini zengin eden fakat halkı
fakirlik ve yoksulluğa mahkûm eden, bunu da kendi Çin
halkı da dâhil olmak üzere bir yaşam standardı olarak
halka dayatan ve kabule mecbur bırakan bir sisteme
sahiptir.
Komünist Çin, yıllık % 7-8 büyüme hızını, yalnızca 70
milyon Çin Komünist Partisi üyesinin iktisadi
yükselişini baz alarak dünya kamu oyuna pompalamaktadır.
Bir doktor maaşının 20 ABD doları olduğu, bir işçinin
günde 16 saat çalışmasına karşılık aylık 10 dolara zor
ulaştığı bir ülkede kalkınmışlıktan ve sosyal adaletten
söz edebilen varsa beri gelsin…
Üstelik Çin’de işçilerin Türkiye’deki gibi toplu
eylemler yapabilmesi de mümkün değildir. Demokrasi
talebi ile gösteri yapan Üniversite öğrencilerinin 1989
da Tiananmen meydanında tank paletleri altında nasıl
vahşice ezildikleri hala hafızalardan silinmedi.
Türkiye’den Çin’i ziyarete giden bakanlarımızın,
milletvekillerimizin ve artık Çin’de çürük ve sözde ucuz
mal üreterek Türkiye ve dünya piyasalarına sürmeyi
düşünen kalburüstü(!) iş adamlarımızın Çinli
mihmandarları tarafından gezdirildikleri, yedirilip
içirildikleri beş yıldızlı otellerin, misafirhanelerin
ve büyük Pekin caddelerinin arka sokaklarında istisnasız
her türlü canlıyı ve hatta bazen de kaçırdıkları
çocukları dahi yiterek sürdürülen yaşamları
görebilmeleri mümkün değil.
Bir yıllık istatistik yapıldığında dünyada en çok idam
uygulayan (yılda 0rtalama 1000 kişi) devletin Çin
olduğunu ise bizim siyasetçilerimizin bilmemesi mümkün
değil. Canlı yayında enselerine kurşun sıkılarak idam
edilen mahkûmların cesetleri henüz soğumadan orada hazır
bekletilen görevlilerce alınarak çeşitli dünya
ülkelerine pazarlanmakta olduğunu kaç kişi biliyor?
Devletler insana hizmet ve insanlığın huzur ve refahını
merkez kabul eden bir anlayışla idare edilmiyor ise,
böyle bir devlete devlet denilebilir mi? Çağ dışı
komünist sistemle idare edilen ve insan haklarını
alabildiğine ihlal eden Çin ile hangi alanda olursa
olsun münasebet kurulurken dikkatli, hak ve özgürlükleri
temel alan bir prensiple hareket edilmelidir.
Sergi, kokteyl ve Spor karşılaşmalarında boy
gösterenlerin Çin’i biz Doğu Türkistanlıların tanıdığı
şekilde tanımaları elbette mümkün değil. Dünya insan
hakları örgütlerince defalarca sabıkalı ilan edilen Çin
ile kurulacak münasebetlerde doğu Türkistan, Tibet, İç
Moğolistan ve Çinli demokrasi yanlıları ile birebir
görüşmeler yapmadan Komünist Çin hakkında yorum yaparak
ahkâm kesmek insan haklarına saygılı olmakla ve
hakkaniyetle asla bağdaşmaz.
Mehmet Emin BATUR |
|